ZOR GÜNLER GEÇİNCE

Bugün Yûnus Sûresi’ni okurken şu ayetler çok dikkatimi çekti:

هُوَ الَّذ۪ي يُسَيِّرُكُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِۜ حَتّٰٓى اِذَا كُنْتُمْ فِي الْفُلْكِۚ وَجَرَيْنَ بِهِمْ بِر۪يحٍ طَيِّبَةٍ وَفَرِحُوا بِهَا جَٓاءَتْهَا ر۪يحٌ عَاصِفٌ وَجَٓاءَهُمُ الْمَوْجُ مِنْ كُلِّ مَكَانٍ وَظَنُّٓوا اَنَّهُمْ اُح۪يطَ بِهِمْۙ دَعَوُا اللّٰهَ مُخْلِص۪ينَ لَهُ الدّ۪ينَۚ لَئِنْ اَنْجَيْتَنَا مِنْ هٰذِه۪ لَنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِر۪ينَ

O, sizi karada ve denizde gezdirip dolaştırandır. Öyle ki gemilerle denize açıldığınız ve gemilerinizin içindekilerle birlikte uygun bir rüzgarla seyrettiği, yolcuların da bununla sevindikleri bir sırada ona şiddetli bir fırtına gelip çatar ve her taraftan dalgalar onlara hücum eder de çepeçevre kuşatıldıklarını (batıp boğulacaklarını) anlayınca dini Allah’a has kılarak “Andolsun, eğer bizi bundan kurtarırsan, mutlaka şükredenlerden olacağız” diye Allah’a yalvarırlar.

فَلَمَّٓا اَنْجٰيهُمْ اِذَا هُمْ يَبْغُونَ فِي الْاَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّۜ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّمَا بَغْيُكُمْ عَلٰٓى اَنْفُسِكُمْۙ مَتَاعَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا ثُمَّ اِلَيْنَا مَرْجِعُكُمْ فَنُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ

Fakat onları kurtarınca, bir de bakarsın ki yeryüzünde haksız yere taşkınlık yapıyorlar. Ey İnsanlar! Sizin taşkınlığınız, sırf kendi aleyhinizedir. (Bununla) sadece dünya hayatının yararını elde edersiniz. Sonunda dönüşünüz bizedir. (Biz de) bütün yaptıklarınızı size haber vereceğiz. (Yûnus, 22-23)

Bu âyetler insanın bilinen bir özelliğine işaret etmektedir: Âciz ve güçsüz bir durumda kalınca Allah’a yalvarmak ve O’na sığınmak; rahata kavuştuğunda, yokuş bitip düz yola ulaştığında Rabbinden yüz çevirmek.

İnsan ister Allah’a iman etsin ister etmesin zor durumda kaldığında, ecelin kıyısına geldiğinde mutlaka kendi inancı ne olursa olsun Allah’a yalvarmaya başlar. Bunun en güzel örneği Firavun’dur. O, ecelin kıyısında dalgalarla boğuşurken, artık hiçbir faydanın ve kurtarıcının olmadığını anlayınca, “İsrailoğulları’nın îman ettikleri ilâhtan başka ilâh olmadığına şimdi inandım; artık ben de O’na boyun eğenlerdenim” (Yûnus, 90) dedi.

Bir başka örnek de Buharî ve Müslim’in Abdullah b. Mes’ud’dan rivayet ettikleri şu hâdisedir: Kureyş, Rasûlullah (s.a.v)’a karşı isyan edince Efendimiz Aleyhisselâm da onlara Hz. Yusuf (a.s.)’un kıtlık seneleri gibi kıtlık gelmesi için beddua etti. Mekke’de kıtlık ve zorlu günler baş gösterdi. Hatta açlıktan kemikleri ve ölü eti bile yediler. Bazılarının açlıktan gözlerinin feri gitmişti. Bunun üzerine Ebu Süfyan Rasulullah (s.a.v)’a gelip şöyle dedi: Ya Muhammed! Sen bize sıla-i rahmi (akrabaya iyilikle davranmayı) emrederek geldin. Kavmin şu anda helak olabilirler. Onlar için Allah’a dua et. O da dua etti. Allah da onlardan kıtlık azabını kaldırdı ve yağmurlar yağdı. Ama insanlar Allah’ın ayetlerinde kusur arayarak, Rasûlüne düşmanlık ederek ve O’nu yalanlayarak tekrar eski hallerine ve ilk hilelerine döndüler.

Âyette de ifade edildiği gibi insan, hayatında fırtınalı günler yaşadığı zaman, sıkıntısı olduğu zaman, dara düştüğü zaman hemen Allah’a yalvarmaya başlıyor. Ama bu sıkıntı geçince,

hayatında güneş açmaya başladığı zaman hemen bu güzel günlerin, fırtınanın ve güneşin Rabbini unutup O’na isyana devam ediyor. Böyle yaparak sanki –haşa- Allah’ı kandırdığını zanneden insana Rabbimiz; “Sizin bu taşkınlığınız, sırf kendi aleyhinizedir.” demektedir. Yani, “Ey Allah’ı kandırdığını zanneden insan! Şunu bil ki, sana zor günleri de güzel günleri de yaşatan O’dur. Seni bazen açlıkla, bazen korkuyla, bazen hastalıkla, bazen sevdiklerini almakla, bazen ticaretteki mallardan eksiltmekle imtihan eden O’dur. Dağ gibi olan o sıkıntıları aşma kudretini ve bu sıkıntıları aştıktan sonra yeryüzünü sana dümdüz eden O’dur. Gel, sadece fırtınalı günlerde değil güneşli günlerde de Rabbine teslim ol. Bir gün mutlaka bu hakikati anlayacaksın; ya Firavun gibi son nefeste ya da hesap vermek üzere Rabbinin huzuruna çıktığında…”

O zaman gelin bu ayetlerden bizde kendimize şu soruları soralım: Salgın hastalık ve ölümün dondurucu yakınlığı sebebiyle ibadetlerimizi, dualarımızı, zikirleri artırdığımız şu günlerde, acaba bu günler geçtiği zaman, virüs son bulduğu zaman da Rabbimize böyle yönelecek miyiz? Hastalığın şifası için semaya uzanan ellerimiz hastalıktan sonra ihtiyaç sahibi bir kardeşimize uzanacak mı? Hastalığın şifası için rükûya eğilen bedenlerimiz hastalıktan sonra da eğilecek mi?

Hastalığın şifası için yaşaran gözlerimiz hastalıktan sonra ümmet coğrafyamız için de yaşaracak mı? Hastalığın şifası için aldığımız tedbirleri hastalıktan sonra da imanımız elden gitmesin diye alacak mıyız? Sadece zor günlerde Rabbine sığınan Mekke müşrikleri ve Firavun gibi mi olacağız, yoksa Ashâb-ı Kirâm gibi zor günlerin adamı mı olacağız?

Mesela; Zeyd gibi taşlanmayı göze alabilecek miyiz, Ali gibi yatabilecek miyiz Rasûlullâh’ın yatağına? Ebûbekir’ce sâdık olabilecek miyiz? Ömer’ce durabilecek miyiz haksızlığın karşısında? Osman’ca bir hayâyı kuşanabilecek miyiz? Selman gibi kendimiz için Efendimiz Aleyhisselam’a, “Selman bizdendir, bizim ehl-i beytimizdendir” dedirtebilecek miyiz ahirette? Sa’d bin Muâz gibi, “Biz seninle birlikteyiz. Seni hak din ile ve Kur’ân-ı Kerîm ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, sen bize denizi gösterip dalsan, biz de seninle birlikte dalarız…” diyerek teslim olabilecek miyiz Efendimiz Aleyhisselâma? Yoksa Firavunu boğan o dalgalar misali hayatın meşgalesi içinde boğulup gidecek miyiz? (r.anhum)

Rabbim darlıkta da bollukta da, hüzünde de sevinçte de, her hal ve şartta kendisine teslim olan, fırtınaların ve rüzgarların savuramadığı bir mümin olabilmeyi nasip eylesin… Âmin.

(Ali Özbek/11.Ramazan.1441/04.Nisan.2020/Pazartesi)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir